Müzik Hayat Eğrimiz

Yabancı Müzik yoktur, Müziğe yabancı insan vardır…
Sevdiğiniz bir şarkıyı dinlerken kendinizi daha iyi hisseder, rahatlar, hayal kurar, eğlenir, bazen de geçmişe dalar gidersiniz…

(Balmorhea – The Winter)

Müzik, kelimelerle anlatılamayan duyguların, düşüncelerin dilidir. İnsan ruhunun derinliklerinin seslerle hayat bulmasıdır. Müzik herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegâne dildir. En ilkelinden en gelişmişine kadar bütün toplumlarda müzik yaşamın bir parçasıdır. Sonuçta hangi toplum olursa olsun müziksiz bir yaşam söz konusu değildir ve ne olursa olsun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın müzik sadece müzik değildir. 

Benim ya da senin müzik ile ilk buluşman nerede nasıl oldu, tam olarak bilmesekte , araştırmalar bu ilişkinin ilk kez anne karnında başladığını gösteriyor. Anne karnında tutulan ilk ritm, öğrenme sürecinin de önemli bir halkasıdır. Bebekler konuşma dilini, gösterilen obje ve çıkarılan sesler arasındaki ilişki kurmaya başlayarak öğrenirler. Muhtemelen de ilk Anne ve Baba sözcüğü bu yaşlarda söylenir. İlerleyen dönemlerde de daha zor tekerlemeler ve çiçekli böcekli şarkılar eşlik eder.

Büyüyüp, ergenlik dönemi gelip çattığında; Karakterin duygularına ve çevreye bağlı olarak yeniden şekillenir. Adeta yeni bir kimlik basılır ve kimliğin arkasına işlenir müzik tarzın: Pop, Rock, Jazz, Protesto, Arabesk, Türkü ve daha fazlası… Ama yeni müzik arayışın durmaz, o da seninle beraber sürekli değişir. Aşık oldun mesela Pop dinlersin, işler kötü gittiğinde Arabesk, Devlete kızınca da protesto müzik dinlersin.

Duygularının bir dışavurumu olmalı dersin; Şiir yazmayı dener, güzel ve duygulu şiirleri bu dönemde yazamazsan da usta şairlerden günümüze gelmiş şiirleri tek tek okur, ezberlersin. Sonra da yeni bir müzik aleti çalmaya karar verirsin. Uzun bir yolculuktur… Zaten büyük dostluklar, uzun yolculuklarla başlar değil mi? Gün gelip arkana baktığında artık senin sırdaşın, ölene kadarki hayat arkadaşın oluvermiş.

Orhan Velinin bir şiiri vardı, eminim hatırlarsınız:

Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz, Göz yaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerin ise kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.”

Müzik, böyledir işte… Durup, tam da boğazımda düğümlendi dediğin anda başlar. Anlatacak kelimeler yoktur, sadece o ve derdinizi anlatabileceğiz birkaç nota vardır.  Filmleri düşünün. O en duygusal sahneleri… Başrol oyuncularının bile birbirine bakıp sustuğu anda, müzik sizi sizden alıp, tam da filmin merkezine koyar. Artık siz, filmin hem başkahramanı hem de figüranısınızdır…  (İşte Duygu patlaması)
((Bir de böyle bir sahneyi müziksiz sadece alt yazı ile izlediğinizi düşünsenize…))

———————–

Bazen, gazetede televizyonda bir haber görünce sorarsınız ya kendinize biz ne ara bu kadar duygusuz olduk diye. Esasen duygularımız değişmedi. Bence hayatımızda ya da çalıştığımız yerde rakamlar, grafikler hep daha önemli olduğundan,  duygularımız hep ikinci planda kaldı. Eğitim sistemi mi , ekonomik sistem mi daha suçlu bilemiyorum, ama  duygularımızı dışarı vurabilmeliyiz . Sadece müzik dinlemek değil meselem, biraz da Müzik yapalım, Resim yapalım, An yazalım

Sözsüz, Sanat filmi tadında güzel bir klip…
Bence her bir sahnesi çalan müzik kadar derin ve anlamlı…

Pizza – Nöromarketing

1989 yılında Türkiye de ilk pizza dükkanı açılır ve uzun sürmeden de kapanır. O yıllarda insanlar aşık olduğunda Cengiz Kurtoğlunu dinleyen, karnı acıktığında annesinin yaptığı yemeği yiyen, Almancılar da olmasa sabah kahvaltısında nescafe içildiğini bilmeyen, Burger zincirlerini karnını doyurmak için değil de amerikani ortamı görmek için giden bir toplumduk. Kısacası, döner lahmacun var iken neden salçalı ekmek (pizza) yiyecektik ki?

Pazarlama = Hikaye !

1991 yılında Murakami-Wolf-Swenson Productions’ın ürettiği bir çizgi film dünyada büyük ilgi görür. Yapımcı şirket Türkiye’deki bir özel kanala bu çizgi filmi teklif eder. Kanal şaşkındır, fiyat gerçekten olması gerekenin %10’udur. Adeta kapandaki peynir gibi duran bu teklifi kaçırmaz özel kanal.Yayınlanmaya başlar. Çizgi film Türkiye’de de çok tutulur. Oyuncakları, rozetleri, kartpostalları, defterleri ve kitap kapları ile müthiş bir pazarlama da beraberinde gelir.

1994 yılına gelindiğinde çizgi film dizisi milyonlarca çocuğu ve genci etkisi altına almıştır. Bu çocuklar tuhaf  bir biçimde annelerinden pizza pişirmesini istemeye başlar. 😀 Türk anneleri pizzayı nasıl yapacağını bilmez. Talep gitgide artar. Derken artan talebi karşılamak için pizza zinciri dükkanları  Türk annelerinin imdadına yetişir yeniden aktif hale gelir.

Bugün o jenerasyon, akşam eve vardığında yemek yapmak yerine hızlı, doyurucu ve pratik yemekleri daha çok seviyor ve  tercih ediyor…Bugün reklamını sıkça gördüğümüz pizza markası Türkiye’de ayda 7 milyondan fazla pizza satıyor.

Televizyonlar, Bilgisayarlar, İnternet, Cep telefonları, bizi birbirimize kolay ve hızlı ulaştıran her şey…. Kültürel değişimimizi hızlandırdı… Siyasetçilerin tek millet, tek devlet söylemleri bir yere, ülke sınırlarını kaldıran Teknoloji , dünyanın hakim ideolojisi ve bayrağı altında bizleri topluyor ve istediği yönde örgütleyebiliyor.

Şuan sigaranın karizmatik ve erkeksi bir havası var ise Marlboro reklamındaki Kovboya, her sabah işe giderken bir elimizde kahve, diğer elimizde pahalı ve lüks Apple ürünleri alıyor/taşıyor isek Amerikan filmlerine borçlu değil miyiz.

….
Off yoruldum. Akşam Akşam Salçalı ekmek(pizza) mi söylesem ne ?? 😛 (Neredeydi şunun telefonu ) Menüye bakarken fark ettim, Pizza yuvarlak olur dikdörtgen değil. Çünkü pizza genelde 3-4 kişiyle beraber yenir ve yuvarlak şeklin herkesi kucaklayan, lezzete davet eden bir mesajı vardır.  😉

Hızlı ve sıcak servisi olan Köy ekmeği, peynir, tereyağ, reçel hizmeti olsa abonesi olurum 🙂 Hem de akılda kalıcı pazarlama hikayesine de gerek yok. Ne dersiniz, salçalı ekmeğin (pizza) yerini almaz mı?

(Kaynak: Ömer Ekinci /Star Gazetesi)

Değişim Zamanı

(Önce Video )
Y kuşağının, X kuşaklı Patronlarla imtihanı

Sadece hesap verdiğiniz, gereksiz detaylarla sürekli sizin açığınızı yakalamaya çalışan, iyi yaptığınız hiç bir işte takdir almadığınız bir müdürünüz mü var?
———————————————

Peki ya…

Takım çalışmasının pasifize edilip, çeşitli metriklerle çalışanların sürekli bireyselleştirildiği…

Profesyonelliğin sıfır olduğu ama profesyonel işlerin beklendiği…

Teknik Eğitimin abartıldığı, ama Mesleki Eğitimin gereksiz bulunup, kabul görmediği bir departmanda mısınız ?

Ya da…

Çoğu kez işi anlamaya çalışırken, bir de kendilerinin anlamsız istedikleriyle uğraştırılıp, projeyi geciktirmekle mi suçlanıyorsunuz ?

——————————————–

 

Mr. Calgon der ki: “Eskimiş ve kireçlenmiş müdürlerinizi değiştirin, Yerine İletişimi güçlü Lider Yöneticiler alın. Şirketinizin ömrü uzasın” 😉 

Okumaya devam et